10 Ekim 2011 Pazartesi

Charles Bukowski-Suda Yan Ateşte Boğul

1955 ve 1973 arasında yazılmış bu şiirlere baktığımda (çeşitli nedenlerle) en çok son şiirleri beğendiğimi görüyorum. Bundan da memnunum. Elbette gelecekte yazacağım şiirlerin nasıl olacağı veya başka şiirler yazıp yazamayacağım konusunda hiç fikrim yok, çünkü ne kadar yaşayacağımı bilmiyorum, ama şiir yazmaya oldukça geç, 35 yaşımda başladığıma göre bana fazladan bir kaç yıl tanıyacaklarını sanıyorum. Bu arada, okuyacağınız bu şiirle yetinmek durumundayız.
Charles Bukowski
30 Ocak 1974

"hiçbir şeyin önemi yok
bir yatakta debelenmekten başka
ucuz hayaller ve bir birayla
yapraklar ölürken ve atlar ölürken
ve ev sahipleri koridorlarda dikmiş gözlerini bakarken;
canlıdır müziği çekilmiş perdelerin,
sinek sürüleri
ve patlamalar sonsuzunda son insan'ın mağarası;
hiçbir şeyin önemi yok sızdıran lavabodan başka,
boş şişeden,
keyiften,
kıstırılmış
bıçaklanmış ve traş edilmiş gençlikten başka,
ölsün diye
arkası yastıkla desteklenmiş
gençlikten başka."

Charles Bukowski-Gülün Gölgesinde-Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi 2

Hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil dedi insanlar, müziğin sesi, sözcüklerin yazılışı.
hiç bir zaman olması gerektiği gibi değil, dedi, bütün bize öğretilenler, peşinde koştuğumuz aşklar, öldüğümüz bütün ölümler, yaşadığımız bütün hayatlar, hiç bir zaman olması gerektiği gibi değiller, yakın bile değiller.
birbiri arasındaki yaşadığımız bu hayatlar, tarih olarak yığılmış, türlerin israfı, ışığın ve yolun tıkanması, olması gerektiği gibi değil, hiç değil, dedi.
bilmiyor muyum? diye cevap verdim.
uzaklaştım aynadan.
sabahtı, öğlendi, akşamdı,
hiç bir şey değişmiyordu
her şey yerli yerindeydi.
bir şey patladı, bir şey kırıldı,
bir şey kaldı.

Charles Bukowski-Kapalı Bir Kapıdır Cehennem''Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi 1''

İnsanın kendini nedenini bilmeksizin iyi hissetmesi ne güzel : ya da sinirli bile olsa seçimi olabilmesi ; ya da biraz aşkı, nefrete dönüşmeyen. güvenin, dostlar, ama tanrılara değil, kendinize :sorma, anlat cehennemin gölgelerinde ulvi bir müzik bekliyor diyorum size.

Charles Bukowski-Hollywood


"Odanın kapısı açıldı ve Jack Bledsoe yalpalayarak içeri girdi. Tanrım, genç Chinaski'ydi bu! Bendim! İçimde ince bir sızı duydum. Gençlik, orospu çocuğu, nerdesin? O genç ayyaş olmak istedim tekrar. Jack Bledsoe olmak istedim. Ama birasını yudumlayarak köşede dikilen moruktum ben. "Hollywood, Charles Bukowski'nin sinema dünyasını, orada yaşananları, insan ilişkilerini anlattığı romanı. Barfly'ın çekim öyküsünü anlatırken, Hollywood'un renkli dünyasını, Mickey Rourke, Faye Dunaway, Jean - Luc Godard, Norman Mailer ve Sean Penn gibi ünlüleri de romanında tüm yönleriyle yansıtıyor.

Charles Bukowski-Factotum

Zengin olmayı düşleyen yoksul ve despot bir babanın cehenneme çevirdiği ergenlik döneminden sonra iki yıl Los Angeles Üniversitesi'nde gazetecilik bölümüne devam eden Charles Bukowski (Henry Chinaski) kararını verir. Babası gibi biri zengin olmayı isterse o tersini isteyecektir. Aylaklığı. Ancak erken yaşta saptadığı bir hedefi vardır. Yazar olmak.Mukavva bavulunu alıp yola düştüğünde yirmi iki yaşındadır. Ucuz pansiyon odalarında sefaletle boğuşup yazmaya çalışırken kendine gerçek bir dost edinmiştir. Alkol.Bar Sineği filminde beş günlük bir kesitini senaryolaştırdığı bu dönem yaklaşık on yıl sürer. Eyalet eyalet dolaşıp, pansiyon kirası ve içki giderlerini karşılamak için sayısız ikinci, hatta üçüncü sınf işlere girip çıkar. Bukowski roman, öykü ve şiirlerinde sık sık özlemle söz ettiği bu dönemi anlatırken mizahının ve onu çağdaş Amerikan edebiyatının önde gelen yazarlarından biri yapan eşsiz yalınlığının doruğundadır.

Charles Bukowski-Pis Moruğun Notları

Bukowski'yi Dünya çapında meşhur eden, kültleşen öyküleri…

"bir hafta kalıp içtim, kiranın bitmesini bekleyerek, sonra da Village'in dışında bir oda tuttum. derli toplu büyükçe bir odaydı ve çok ucuzdu, nedenini anlayamamıştım. köşede bir bar buldum, bütün gün oturup bira içtim. param hızla tükeniyordu, ama her zamanki gibi nefret ediyordum iş aramaktan. sarhoş ve aç geçirdiğim her dakikanın benim için özel bir anlamı vardı. o gece iki şişe porto şarabı alıp odama çıktım. soyundum, bir bardak bulup ilk şarabı koydum ve karanlıkta yatağa uzandım. işte o zaman anladım odanın neden bu kadar ucuz olduğunu. "L" treni pencerenin önünden geçiyordu. durak pencerenin önündeydi. tam önümde. odanın tamamı trenin ışığı ile aydınlanıyordu. ve bir tren dolusu yüz geçiyordu önümden. korkunç yüzler: fahişeler, orangutanlar, deyyuslar, kaçıklar, katiller, efendilerim. sonra tren yavaşça hareket ediyordu ve oda bir kez daha karanlığa gömülüyordu bir sonraki tren dolusu yüzlere kadar, ki her seferinde beklediğimden çabuk geliyordu. iki şişe şarap almakla ne iyi etmiştim."

Charles Bukowski-Pis Moruk İtiraf Ediyor

"Yazmak, en nihayetinde, tek yol benim için ve beni bir kazığa bağlayıp yaksalar kendimi aziz addetmem. Sadece benim için tek yol olduğuna inanmış olarak ölürüm. Yapmak istediğini yapma meselesi. Benim hezimetim onların zaferi olacaktır. Hiçbir şeyi yadsımıyorum. Şu anda olabileceğimin bütünüyüm. Bu yazma muhabbetini bırakalım öyleyse. O hödükler için. Ben buraya sadece size kendinizi daha iyi hissettirebilmek için sızdım. Unutun gitsin. Çarşamba akşamı Turf Paradise Hipodromu'nda dördüncü koşuyu kim alacak?"

Charles Bukowski-Pis Moruk İtiraf Ediyor

"Yazmak, en nihayetinde, tek yol benim için ve beni bir kazığa bağlayıp yaksalar kendimi aziz addetmem. Sadece benim için tek yol olduğuna inanmış olarak ölürüm. Yapmak istediğini yapma meselesi. Benim hezimetim onların zaferi olacaktır. Hiçbir şeyi yadsımıyorum. Şu anda olabileceğimin bütünüyüm. Bu yazma muhabbetini bırakalım öyleyse. O hödükler için. Ben buraya sadece size kendinizi daha iyi hissettirebilmek için sızdım. Unutun gitsin. Çarşamba akşamı Turf Paradise Hipodromu'nda dördüncü koşuyu kim alacak?"

Charles Bukowski-Kahramanın Yokluğu

Charles Bukowski'nin ölümünden sonra bulunmuş, daha önce hiç yayınlanmamış öyküleri ilk kez Türkçe'de.

"İzahı güç. Aşk kötü bir sözcük fakat sözün tam anlamıyla, âşıktık. Bir kadınla sevişmeden onu gerçekten tanımanın mümkün olmadığından hiç kuşkum yok. Ve ne kadar çok sevişirseniz birbirinizi o kadar iyi tanırsınız. Ve iş görmeye devam ediyorsa, bunun adı aşktır. İş görmez olduğunda da, başkalarından farkınız kalmamıştır. Seksin aşk olduğunu söylemiyorum; nefret de olabilir. Fakat seks iyi ise, diğer şeyler girer devreye -elbisesinin rengi, kolundaki ben, çeşitli bağlılıklar ve kopukluklar; anılar, kahkahalar ve acılar."

Charles Bukowski-Ekmek Arası


"İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Sık sık aşağılık duygusuna kapılırdım. Onlar adna uzak olmak istiyordum.Gidecek yerim yoktu ama. İntihar? Tanrım, çaba gerektiriyordu. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi."

Charles Bukowski-Sıcak Su Müziği

Amerika'nın her bir yanındaki sabahın üçü sarhoşları nihayet pes etmiş olarak duvarları seyrediyorlardı. Acı çekmek için ayyaş olmak, bir kadın tarafından sıfırlanmak gerekmiyordu, ama acı çekip ayyaş olunabilirdi. Bir süre, gençlikte özellikle, talihin senden yana olduğunu sanabilirdin, bazen senden yanadır da gerçekten. Ama senin farkında bile olmadığın ve senin aleyhine işleyen bir takım ortalama hesaplar ve kanunlar vardır, her şeyin yolunda gittiğini sandığın zamanlarda bile. Bir gece, sıcak bir Salı gecesi o ayyaş sen oluverirsin, sensin o ucuz pansiyon odasında olan ve daha önce o odalarda olmuş olmanın da bir yararı olmaz, daha da kötüdür hatta, çünkü bir daha bu duruma düşmemeye karar vermişliğin vardır. Bir sigara daha yakmaktan, bir içki daha içmekten, o sıvası dökük duvarlarda bir çift göz, bir çift dudak aramaktan başka bir şey de gelmez elden.

Charles Bukowski-Postane

Yine akşamdan kalmaydım ve sıcak dayanılır gibi değildi -kırk derecelik bir hafta. Her gece içmeye devam ediyor, sabahları Taş ve her şeyin olanaksızlığıyla yüzleşmek zorunda kalıyordum. Çocukların kimileri Afrika güneş kaskları ve gözlükleri giyiyorlardı; ama ben, hep aynıydım, yağmur ya da güneş- yırtık pırtık giysiler, çivileri ayaklarıma batan eski ayakkabılar. Mukavva parçaları koyuyordum ayakkabılarımın tabanlarına. Bir süre için iş görüyorlardı, ama çok geçmeden çiviler topuklarıma batmaya başlıyorlardı yine. Viski ve bira terliyordum, koltuk altlarımdan, ve sırtımda bir torbayla dolanıyordum çarmıh misali; torbadan dergiler çıkarıyor, binlerce mektup dağıtıyordum güneşin altında kavrulup sendeleyerek.

Charles Bukowski-Kadinlar

Bukowski'nin en çok okunan, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan romanı.

Kadınlar, Bukowski'nin en çok okunan, üzerinde en çok konuşulan, tartışılan romanı. Hayatında önemli yer etmiş, aşık olduğu, peşlerinden koştuğu, birlikte yaşadığı kadınları anlattığı romanı.
Kadınlar, Bukowski'nin kadınlarla ilişkilerini ve cinsel hayatını olabildiğince açıklıkla anlattığı en önemli romanı olarak da kabul ediliyor. Rahat ve serbest bir anlatımı tercih etmesiyle dikkati çekmiş Bukowski, kısa kısa bölümlerden oluşturduğu ve bol diyalogla kurduğu bu romanında Hemingway ve Fante ile kıyaslanıp onlar kadar başarılı ve özgün bulunmuş.

Yaşam öyküsünün yazarı Howard Sounes şöyle yazıyor; "Bukowski'nin eski kız arkadaşlarından pek çoğu, kendilerini kitaplarına malzeme yaptığından habersizdi. Seks hayatlarını bütün açıklığıyla anlatırken onların iznini almadığı da ortadaydı. Kadınlar nihayet 1978 Aralık'ında yayınlandığında Linda Lee Beighle ile evlenmeden önce yaşamını paylaştığı kadınlar hayli rahatsız oldu. Kadınlar'ın, yazarın diğer kitaplarından fazla satması bu rahatsızlığı daha da artıracaktı."

Kadınlar, iyi, rahat anlatımı ve konusunun ilginçliği yanında taşıdığı mizah unsurlarıyla da dikkati çeker. Kahramanı Henry Chinaski'yi ve onun kadınlarla ilişkilerini neredeyse okuyucuya kahkaha attıracak kadar tatlı bir dille ama eleştiri oklarını eksiltmeden anlatır. Sık sık kendini eleştirmeyi de ihmal etmez.

8 Ekim 2011 Cumartesi

Hakan Günday-Ziyan

'Beyaz gövdeli zenci köpeklerimiz var. Adları da var. Ama onlar birer heykel. Çağırınca gelmiyorlar artık. Cennetin kapısını bekliyorlar. Karla karışık toprağa gömülebilmek için kulakları dik donuyorlar! Öyle bir cennet ki, paslı demirin bile ak sakalı var. Bizi saran tel örgüler beyaz angoradan örülmüş. Havası havlamayı bırakmış, ısırıyor. Beyaz ağzı etimizle dolu. Bu yüzden sessiz bir ayaz var. Saçaklardan sarkan mızrak dişleri ensemize saplanmış. Gazete kâğıdı gibi buruşmuş derimizde mor diş izleri, bekliyoruz.
Cennetten kovulmayı. Bembeyazız. Soğuk. Donmak. Çözülmek. Tekrar donmak.
Daha fazla hiçbir şeye gerek yok. Fiilleri çekmeye bile. Herkes kalsın yerinde. Bıraksınlar, yaslansın göğsüm sırtlarına, ılıklaşsın enseleri nefesimle. Yavaş yavaş sokayım dilimi derilerine. Aksın içlerine hayatımın zehri. Yirmi adet mermi. Muhteşem! Hepinizi geberteceğim! Ama hepinizi!'

Hakan Günday-Malafa

"Topaz Jewellery Center evrenin en büyük kuyumcusudur. Temeli Kapalıçarşı'da, çatısı Antalya'dadır. Çatının altında dört kat yatar. Her biri yedi yüz metrekaredir. Topaz'ın penceresi yoktur. Havalandırma sistemi eşsizdir. Bina, var olmayan bir ülkenin büyükelçiliğine benzer, içine adım atıldığında Türkiye'den çıkılır. Dışarıdan Kabe'ye, içeriden ana rahmine benzer. Topaz, üç delikli bir kasadır. Her deliğin şifresi farklıdır. Birinci delik ana giriştir. Ön cephenin balina grisi rengindeki duvarı, hayat geçirmez camdan üretilmiş kapılar taşır. Girerken yüksek, çıkarken alçak görünmesinler diye doğu cephesinde ikizleri vardır. Topaz'ın ikinci deliği doğu cephesindeki siyah camdan kapılardır. Binanın bağırsağına denk düşen arka cephedeyse duvarla aynı renkte tokmak taşıyan balina grisi demir bir kapı vardır. Topaz'a giren birinci deliği, çıkan ikincisini kullanır. Çünkü Topaz'a girmiş olan turistle, girecek olan turist karşılaşmamalıdır. Topaz'da çalışansa girip çıkmak için, duvara gömülmüş, görünmez delikten geçer. Topaz Jewellery Center, evrenin en büyük kuyusudur."

Hakan Günday-Azil

Teknoloji, insanların davranışını, ahlakını, sosyoekonomik ilişkilerini, asla geri dönülmeyecek bir biçimde değiştiriyor. Söz konusu değişim, insanlığın amacından sapmasına ve doğadışı, adsız bir türün yeşermesine neden oluyor.
İnsanlığın bin çabayla iki bin yılda yarattığı asgari ahlak, elli yılda televizyon tarafından çiğneniyor.Ve on yıldır da internet tarafından yutuluyor.

Bireyin yalnızlığı, toplum dışına çıkmasıyla sonuçlanıyor.Toplum dışına itilen (ya da bunu kendi tercih eden) birey, kendi doğrularını yaratıp onlarla yaşamaya başlıyor. Zamanla toplum ile birey arasında genişleyen ahlak farkı, ikisinin de hastalanmasının temel nedeni oluveriyor.

Hakan Günday "Azil"de içinde yaşadığımız toplumsal yapıya yönelen eleştirisini, modern insanın "hiç"leşme sorunsalını, gerçek, hayal, kâbus arasındaki geçişler ile zaman ve mekân geçişlerini, yer yer sertleşen ifadelerle öyle ustalıkla aktarıyor ki, okuyucuyu adeta tokatlıyor.

Yazdıklarıyla uçları zorlayan genç yazar Hakan Günday her ne kadar yeraltı edebiyatı yapmadığını söylese de, insanı rahatsız ve tedirgin edici, hem sisteme karşı olan hem de sistemle iç içe geçen karakterlerine ustalıkla can veriyor. Günday, ana karakteri Asil'in psişik özelliğine ve dünya algısına uygun bir dili de büyük bir beceriyle kullanıyor.Roman boyunca çok sayıda felsefi tanımlama ve tespit, ana karakterin üslubuyla sıralanıyor.

Hakan Günday-Zargana

Kimsenin birbirine bakmadığı, yalan, ihanet, şiddet, tecavüz ve acımasızlıkla yoğrulmuş, yalnızca hayallerin göz göze geldiği bir hayattan intikam almanın en iyi yolu yaşamaktır. Anlam aramak boşunadır ve her şeyin "hiç"e dönüşmesi gerekir. Henüz on ikisinde Berlin'de dört kişinin tecavüzüne uğrayan Zargana, bu olaydan sonra kendini insan sınıfından sıyırır. Ne var ki insan olmaktan uzaklaşıp "hiç"e yaklaştıkça kendisine döner; aşık olur. Parçalanmış benliğini onarmak için, başkalarının oynadığı bir "hayat oyunu"nu sahnelemeye koyulur...

Türk edebiyatında şimdiden farklılığını kanıtlamış olan Hakan Günday, Zargana'da bunca karmaşık bir öykünün altından yalın ve duru bir anlatımla kalkıyor. Hayat, varlık, hiçlik, oyun, zeka, kudret ve acizlik arasında gidip gelen bir metin.

Hakan Günday-Piç

Piçlerin çocukları olmaz.

Piçler, aşık oldukları kadınların kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.

Piçlere sır verilebilir. Ölümleriyle son bulan sırdaşlıkları vardır.

Piçlerin cinsel hayatı düzensizdir.

Piçlerin bedenleri ve akılları, diğer insanlarınkilerin aksine nasırlaşmaz. Onların nasırlaşan tek yerleri ruhlarıdır.

Piçler sadece kendi aşklarına saygı duyarlar. En yakın dostlarının kadınlarına dil ve el uzatabilirler. Bu durumda piç tabii ki suçlu, ancak piçlik meşrudur. Piçler düzensiz hayatlarında düzenli olarak içki içerler. Belli sayıdaki kadehten sonra sarhoş olup sızarlar. Sızdıkları yerin adı huzurdur.

Piçlerin babalarıyla olan ilişkileri mezar taşı kadar soğuk, yeni dökülmüş kan kadar sıcaktır.

Piçler insan öldüremedikleri, ağır suçlar işleyemedikleri, korkak ve hain oldukları için yaşadıkları yerleri zorunlu kalmadıkça terk edemezler.

Piçin davranış ve tercihlerini sadece bir başka piç kabul edilebilir olarak değerlendirir ve "Neden?" diye sormaz. "Neden" sorusu piçliği yok eder.

Hakan Günday-AZ

Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az...

O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var.

O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında.

Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar.

Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler.

Senin ve benim gibi...

Hakan Günday- Kinyas ve Kayra

"Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum. Sabaha beş saat var. Annemi düşünüyorum. Nerededir şimdi? Aynada kendime bakıyorum bazen. Ve tek kelime etmesem bile vücudum yaşadıklarımı, hayattan ne anladığımı anlatmaya yetiyor. Sağ omuzuma kendi çizdiğim kelebek, beğenmediğim için üzerine attığım çarpı işareti ve altında aynı kelebeğin bir Japon tarafından çok daha iyi işlenmişi. Sol dirseğimin iki parmak yukarısındaki kurşun yarası. Bileklerimdeki otuz dört dikiş. Medeniyeti bir aralar, herkes gibi yaladığımı kanıtlayan apandisit ameliyatımın izi. Ve sırtımı kaplayan, Tanrı'nın yüzü. Bilmiyorum... Hızlı yaşadım. Ama genç ölmekten çok, hızlı yaşlandım! Ama hayattayım.

Kayra, bir gün bana 'Mutsuzluğuna hiçbir çare aramıyorsun' demişti."

7 Ekim 2011 Cuma

Marquis De Sade- Yatak Odasında Felsefe

"Evet, ben bir libertenin, itiraf ediyorum, bu konuda akla gelebilecek her şeyi düşündüm; ama düşündüğüm, tasarladığım şeyleri elbette yapmadım ve kesinlikle de yapmayacağım. Ben bir libertenim, adi suçlu ya da katil değil." Tüm zamanların en lanetli yazarı Marquis de Sade kendini böyle ifade etmişti. O, ömrü boyunca tüm Fransız politik rejimlerinin zindan müdavimiydi. Monarşi koşullarında demokrat, 1789'da devrimci bir aktivist... olan bu müebbet isyancı, hep orta yolu reddetmenin peşinde koştu.

G. Apollinaire, A. Breton, O. Wilde, O. Mirbeau ve M. Heine gibi edebiyat devleri sayesinde gün ışığına çıkmış olan Sade'ın eserleri, yirminci yüzyılda felsefe, düşünce ve edebiyat alanında vazgeçilmez bir referans noktasına dönüşmüş; Dostoyevski dahil sayısız yaratıcının ilham kaynağı olmuştur. Başyapıtı olan Yatak Odasında Felsefe ise tüm dünya dillerine çevrilerek milyonlarca adet basılmış, birçok kez sinemaya uyarlanmış, özgür ve özgün düşüncenin doruğu olarak kabul edilmiştir. Genç bir kıza teorik ve pratik libertenlik eğitiminin verildiği Yatak Odasında Felsefe, metafiziğin, ahlakın, tarihin, felsefenin sık sık araya girdiği 1795 tarihli yedi diyalogdan oluşur. Diderot ve Rousseau'nun natüralizminin mirasçısı, Pascal'ın savunucusu olan Sade, bu eserinde on sekizinci yüzyılın düşünce akımlarına saldırır; özgür düşünceye sonuna kadar bağlı biri olarak doğayı yüceltir, şiddet de dahil her şeyin doğallığını savunur. Yalnızca cinselliği değil aynı zamanda etik, metafizik ve estetik algıyı da altüst eder. Ona göre "hayal gücü düzenin düşmanıdır."

Baştan sona neşe ve kara mizah duygusunun egemen olduğu yapıt, fikir ve edebiyat tarihinde bir başyapıt olarak kabul görmüştür.

Büyük fikirler yüzünden ahlakı bozulacak kişiye yazıklar olsun! Felsefi düşünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, ahlakı her şeyle bozulan bu kişilere yazıklar olsun! Bunların ahlakının Seneca ya da Charron okuyarak da bozulmadığını kim ileri sürebilir? Ben asla onlara hitap etmiyorum!

Joachim Zelter-Yalanın Erdemi

.Yalanın Erdemi, benzerine az rastlanır bir kurmaca. Yazarı, pek az yaratıcıda görülen üslup ve ifade yeteneğine sahip. Alışık olunduğu gibi, okura, ilk safyadan son sayfaya kadar refakat etmiyor. Fantastik betimlemeler, inanılmaz vakalar, nadide karakterler yok. Ama çekip gitmiyorsunuz bir yere. Bırakmıyorsunuz romanı, bırakamıyorsunuz... Hakikat ile yalan arasındaki o uçurum, o uçurumda filizlenen çiçek, o çiçeğin dehşetli kokusu büyülüyor sizi. Satır aralarına serpiştirilen afyon, keyfe keyif değil, keder katıyor. Kapalı yaraları kanırtıyor, açık yaralara tuz basıyor. Romanda, üsluptan biçime kadar hakim olan parçalılık, bir süre sonra okura sirayet ediyor. Gelin görün ki, o parçalılık ne romanı bir yapboza dönüştürüyor, ne de okurda bulmaca çözüyormuş hissi uyandırıyor. Söz konusu olan, hayatın ritmine dair bir parçalılık... O hayatı kurgulayanlara dair bir parçalılık... O kurgudan etkilenen kişisel, ulusal tarihe dair bir parçalılık...

Joachim Zelter, özellikle İskandinav ülkelerinde büyük ilgi gören bu kitabında, uçurumun kenarında bırakıyor okuru. Bir büyükanne ile torununun hikayesi uçurumdaki köprüler üzerinde geçiyor. Hakiki hayatta kurgusal bir dünyaya sığınmak, ölümün eşiğindeki bir büyükanne için pek cazip görünüyor.
Bildik pek çok vaka, bilinmedik ilişkilerle dahil ediliyor hikayeye. 1974 Münih Olimpiyatları ya da Wimbledon Tenis Turnuvası... Hepsi, torunun kurguladığı radyo programları sayesinde ulaşıyor üçüncü şahıslara. Peki dünyayı, tüm olup bitenleri bu kurgulanmış radyo programlarından takip eden büyükanne, farkında değil midir söylenen yalanların? Belki daha da önemlisi: Riyanın tanrı olduğu bir yerde, hakikate ihtiyaç var mıdır?

Annelies Verbeke-Uyku

"Herkes uyur. Uyku, geçmişle bugünü birbirine bağlar. Uyku sindirir, yaraları sarar. Uyku, zenginle fakiri, kadınla erkeği, insanla hayvanı eşitler. Benden başka herkesi."
Belçikalı yazar Annelies Verbeke bu ilk romanında uykusuzluk çeken Maya ile gecenin içinde karşılaştığı ruhdaşı Benoit'nın hikayesini anlatıyor. Maya önceleri yakınlarının önerdiği ballı sıcak süt, gevşeme terapisi ve çeşitli benzeri yöntemlerle uyumaya çalışır ama başarılı olamaz. Kendisini anlayamayan ve yanında mışıl mışıl uyumaya devam eden sevgilisi Remco ile yolları ayrıldıktan sonra hayatı değişir ve kendisini daha da yalnız hissetmeye başlar. Çoğunluğun evlerinde, yataklarında uyuyarak geçirdiği gece saatlerinde Maya sokaklarda gezinir. Bu gezintilerden birinde tanıştığı, kendisi gibi uyumayan Benoit için "Sadece bir uykusuzla anlaşabilirim çünkü diğerleri beni anlamıyo" diye düşünür. Roman, iki kahramanın anlattıkları kendi hikayeleri ile değişik ve derin bir boyut kazanıyor. Her iki uykusuz da tercih etmedikleri halde geceleri uyuyan, gündüzleri çalışan büyük çoğunluğun sürdürdüğü düzenli hayatın dışında kalıyor ve o noktada yan yana düşüyorlar.
Verbeke'nin karakterleri duygudaşlık beslemekten kendimizi alamayacağımız, normal bir hayat sürme özlemleri yüzünden ıstırap çeken, o özlemler ve beklentilerle dışarıdaki yüzeysel hayatın kendilerini tatmin etmeyeceğinin bilincide olan insanlar. Yazar isabetli, güçlü metaforlarla hikayesinin temelini sağlamlaştırıyor. Uyku, insanları etkilemek, güldürmek, biraz birbirlerine yaklaştırmak isteyen bir yazardan, hayata ve hayatın insana sunduğu deneyimlere derin kavrayışlı bir bakış... Bir tutam ironiyle çeşnilendirilmiş, hem özlü hem de şiirsel, sahici bir dayanışma girişimi...

Kym Lloyd- Suçluluk Kitabı

Erskine'nin Kutusu romanıyla haklı övgüler alan ve ödüller kazanan Kym Lloyd, yine okurlarını hayal kırıklığına uğratmıyor
Esrarengiz bir itirafçının ağzından bir aile dramına tanık oluyoruz bu romanda. Goode'lar, kendi cennetlerinde mutlu mesut yaşayan mükemmel bir ailedir...

Altı kişilik ailenin her birinin ruhunu kemiren korkular gün geçtikçe gözlerini de karartarak önlerinde yaşanan apaçık faciayı fark etmelerini engelliyor.

Görmezden gelinenler, söylenmeyip içe atılanlar, çocuklukta açılan yaralar, ruhlarındaki çatlaklarda kabarıp şişerek tüm aileyi bir "suçluluk" duygusu girdabında paramparça ediyor.
Tekrar bir araya gelebilecekler mi, gelirlerse nasıl?

Ensestle yaralanmış bir çocuk, çektiği acıların sonuçları için af dilerken gerçekten huzur bulabilecek mi?

Pedofili bir çocuğun ruhunda onulmaz yaralar açarken onun sessiz çığlıklarını duyan olacak mı? Ya duyanların hali ne olur?

Kym Lloyd Suçluluk Kitabı'nda insan ruhunun karanlık dehlizlerinde dolaşarak yukarıdaki sorulara yanıtlar bulmaya çalışırken okuru kendisiyle yüzleşmek zorunda bırakıyor.

Kym Lloyd-Erskine'nin Kutusu

" Erskine Fleshing kendini dinleyip toparlanmak için on yaşında sürgüne gönderildiği çocukluğunun yuvasına, sevgili annesine döner; ama aradan geçen otuz yıldan sonra ne ev o görkemli evdir ne de annesi taptığı o kızıl saçlı güzel kadın… Kalbini çalan bir kadına ve sırlarını çalan bir erkeğe hitaben anlattıklarına inanacak olursak, Erksine kırk yaşlarında meşhur bir opera şarkıcısıdır. Bu gibi birçok şey anlatır Erskine ama cinsellik konusunda neden bu kadar takıntılı olduğundan, neden annesi dışında geçmişinden hiç kimsenin kalmadığından, babası ve kızkardeşinin başına gelenlerden hiç bahsetmez. Okuduklarımız sevgiye ve şefkate susamış kırgın bir adamın samimi sızlanmalarına benzemektedir ama kitap boyunca bir soru hep havada asılı durur: Yoksa bunlar bir delinin dehşet uyandıran sırlar dünyasının kapısını aralayan itiraflar mıdır?

Kym Lloyd'un ilk romanı olan "Erskine'nin Kutusu"yla girdiğimiz insan ruhunun karanlık dehlizlerinde ürkmeden dolaşabilmek hiç de kolay değil. Çünkü "Dövüş Kulübü" ve "Portnoy'un Feryadı"nı okuyanların bir yere kadar aşina olduğu ancak bir yerden sonra onların da tüylerini diken diken edecek olayların içine çekiliyoruz bu romanda.

Dragan Babic- Son Sürgün

Son Sürgün, bambaşka bir hayatı, mevcut düzeni ve onun tüm değerlerini reddetmiş olanların dünyasını anlatıyor. Gizemli, zengin ve ahlaklı uygarlıktan vazgeçenlerin, gönüllü olarak "sürgün"ü, "yeraltı"nı seçenlerin hayatına "içerden" bakıyor."Yarın"ı olmayan bir dünyadır onlarınki...Karınlarını doyurmak için çalmaktan çekinmezler, uyuşturucuyu severler, sekse bağımlılık derecesine düşkündürler, arkadaşlıktan ise hala vazgeçmemişlerdir..Dragan Babic, toplumun içinde yaşamaktansa uçurumun kenarında seksek oynamayı seçen "anti-kahramanlar" aracılığıyla uygarlığımıza ayna tutuyor...Puslu, lekeli ve kana bulaşmış bir ayna...

Andrea G. Pinketts- Lazzaro, Dışarı Çık

İtalya kara edebiyatının günümüzdeki en tanınmış yazarlarından Andrea G. Pinketts 1961 yılında Milano'da doğdu. Kahramanı Lazzaro gibi gazetecilik ve yazarlıkla uğraştı. Renkli kişiliği ile öne çıkan Pinketts polis soruşturmaları sonucunda hakikate ulaşma temasını araştıran "Kabadayılar Okul"u adlı edebiyat akımının kurucusudur. Pek çok dile çevrilen, Scerbanenco ve Mystfest ödüllerini kazanan Pinketts’indiğer kitapları arasında: Il vizio dell'agnello (1994), Il senso della frase (1995, Courmayeur Festivalinde Polisiye Kitap Ödülü), Io, non io, neanche lui (1996) ve Lazzaro, vieni fuori (1997) yer alır. “Grotesk” ve “noir” arasında bir denge yakalayan, kendine özgü “küstah” bir dil geliştiren Andrea G. Pinketts’in romanlarında Peter Pan ve Floransa canavarı, Mary Poppins ve Mary Riley, sübyancılar ve sinema fanatikleri, Swift ve Swing gibi karakterler orijinal bir üslupla dans ediyorlar...

Joe Meno- Lanetlilerin Saç Stili

"Bu şarkı da bana; bir keresinde Gretchen'le tepesinde "sürücü adayı" yazan bir aracı, tamgaz takip etmenin eğlenceli olduğunu söylediği ana eşlik ediyor. Gretchen, zavallı çocuğun kuyruğuna takılmış, zigzaglar çiziyor, her ışıkta klaksona basıp onu rahatsız ediyordu, ta ki... Gretchen, geri geri gitmeye çalışırken park etmiş bir başka araca geçirdi ve aracın farlarını tamir ettirmek için iki yüz papel bayıldı. Bu sırada arabada çalan şarkı "Hateful'du, yani Nefret."

Metal ve rock müzik hayranı Brian Oswald ve onun en yakın arkadaşı, ağırsıklet, şamatacı, punkçı Gretchen birer liselidir. Ve müzikle yatıp müzikle kalktıkları dünyalarında ilk gençlik yıllarına ilişkin bütün sorunları yaşamaktadır. Brian, Gretchen'e âşıktır; ne var ki Gretchen kendisinden yaşça büyük, liseli kızların belalısı, tam bir serseri olan Tony'ye âşıktır.

Bu roman bir anlamda, Brian'ın bedenini ve çevresini keşfetme serüvenidir. Hem de şiddet, korku ve merak eşliğinde. Ama aynı zamanda müziğin arka plan oluşturduğu, ustaca kurgulanmış bu romanda giyim tarzlarından argo konuşmalara gençliğe dair pek çok şey bulacaksınız. Belki de kendinize, kendi ilk gençlik yıllarınıza dair...

A.C Weisbecker- Kozmik Haydutlar

Bir uyuşturucu kaçakçısı, gasp ettikleri eşyaları vakit öldürmek için karıştırırken karşısına çıkan kitaplardan kuantum fiziğine merak sarar ve hayatı onunla açıklama çabasına girişir. Orta ve Güney Amerika'da uyuşturucu kralları, haydutlar (banditolar), birbirinden kaçık tipler ve tabii ki CIA ve FBI gibi örgütler eşliğinde çizgi filmvari maceralar yaşanırken bir yandan da "gerçekliğin temel doğası"na heyecan verici bir yolculuk başlar...

Kozmik Haydutlar, artık, "yaşamınızı değiştirin" terapilerine bile sokulan son yılların en büyüleyici ve bulaşıcı "dini" olmaya aday kuantum fiziğini belki de ona en çok yakışan banditolar ve esrarkeş maceraperestler aracılığıyla açıklıyor. Neredeyse her hükümetin polis teşkilatını peşlerine takan bu gamsız grup, külüstür uçak ve gemilerle kaçakçılık yaparak gittikleri yerleri yakıp yıkıp kaos yaratıyor. El bombasıyla gemi tamirinden, uçakta fazla içerek yerçekimini azaltma projelerine kadar pek çok şenlikli absürdlük örgütlüyorlar.

Neden sonuç ilişkisinin ortadan kalkışıyla, yaşadığımız dünyaya hiç benzemeyen atomaltı aleminden, evrenin nasıl oluştuğuna, kara deliklere ve zaman yolculuklarına kadar sokaktaki insanın da ilgi alanına girecek bir dizi bilimsel olgu ve kuramı okuru üzmeden ve tabii ki sıkmadan mizahi bir üslupla anlatıyor yazar.

Evrende hala şaşıracak şeyler varken bütün mevsimlerin en haylaz, en neşeli kitabı Kozmik Haydutlar'ı kaçırmayın.

Kuantum Fiziği, öyle kolay okunacak bir konu değil ama birkaç yüz galon tekila, bazı patlayıcılar ve bir ton mavrayla karıştırınca Kozmik Haydutlar yaz güneşinin altında zevkle içilecek bir kokteyle dönüşüyor.
UP!

Octave Mirbeau-İşkence Bahçesi

Roman, liberal bir Avrupalının, sömürgecilik ve henüz Üçüncü Dünya diye adlandırılmaya başlanmamış olan toplumsal yapı karşısındaki ikircikli tutumunu ortaya koyar: Bir yandan sistemin arkaik olduğunu düşünse de, diğer yandan, bir düzen ve görev adamı olarak, bizim sulu gözlü ve gülünç insancıllığmızla hafifleştirilmemiş olan ceza gibi ceza'ları takdir etmektedir içten içe.
Mirbeau'nun, cevabını aradığı soru aslında şudur: Şiddet ve zulüm psikopatolojinin bir sonucu mudur, yoksa insan doğasının ayrılmaz bir parçası mıdır?
Batılı uygar toplumlar, ikiyüzlü bir tavırla, zulmü yadsır görünürken,aslında etrafa durmadan şiddet tohumları saçmakta, dünyada yaşanan zulmün bizzat mimarı ve seyircisi olmaktadır.

Octave Mirbeau-Oda Hizmetçisinin Günlüğü

19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında yazar, gazeteci ve aktivist olarak faaliyet gösteren, siyasi görüşleri sürekli evrim geçirse de, sonunda anarşizmde karar kılan Octave Mirbeau'nun başyapıtı Oda Hizmetçisinin Günlüğü'yle yeraltına yolculuğumuzu sürdürüyoruz. 1900 yılında yayımlanan ve "bir yeraltı klasiği" olarak nitelenen bu yüzyılın sonu romanında, bir oda hizmetçisinin gözüyle III. Cumhuriyet'in yüksek sosyetesi ve burjuvazisi açık bir merak, sağduyu ve utanmaz bir gerçeklikle gözlerimizin önüne seriliyor.

Celestine sefil ve acılı bir çocukluktan sonra, geçimini sağlamak üzere oda hizmetçisi olarak ev ev dolaşmaya başlar. Mirbeau, feleğin çemberinden geçmiş bu açık sözlü genç kadının gözlemleri aracılığıyla, burjuva ve aristokrat ailelerin gizli yaşamına sızmamızı sağlıyor. Bizi gizli kusurları, açgözlülüğü, iflah olmaz ikiyüzlülüğü ve büün sahte görüntüleriyle dönemin burjuvazisinin canlı örnekleriyle tanıştırıyor. O evlerin kibirli sakinlerinin çirkinliklerini, düşük ahlaklarını örten yaldızı haşin bir üslupla kazıyor. Cinsel saplantıların, hastalıklı ve örtük bir erotizmin kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir dünyada buluyoruz kendimizi. Ancak Mirbeau efendilerle hizmetçileri birbirine bağlayan gizli kapaklı ilişkileri irdelerken, "al birini vur ötekine" diyor adeta. Hangi sınıftan olurlarsa olsunlar bütün karakterleri yazarın hışmından nasibini alıyor.
Yayımlandığı günden bu yana mizah gücünden, yırtıcılığından ve gözüpekliğinden hiçbir şey yitirmeyen bu roman, anarşistçe bir öfkeyle o dönemi didik didik ederken, budalalığa ve ahlaksızlığa karşı yükselen bir çığlık adeta. Jean Renoir ve Luis Bunuel'in dikkatinden kaçmayan ve sinemanın bu iki büyük ustası tarafından iki kez beyaz perdeye uyarlanan bu başyapıt, özellikle nicedir böyle bir hiciv ziyafetinin özlemini çekenlere tavsiye olunur.

Tristan Hawkins-İsis

İsis, hayattan başarılı olarak intikam almaya azmetmiş genç bir reklam yazarının bu uğurda kendine karşı verdiği ölümcül savaşı anlatıyor.

Tristan Hawkins- Anarşist

Hayatla hesaplaşmak için çok geç kalmış, aklı başında orta yaşlı bir adam. Gençliğini güvenlikli bir gelecekle takas etmiş, sorumlulukların ağırlığı altında ezilen, başka türlü bir hayatın hayalini bile kurmamış, sürprizsiz ve sekssiz hayatından bıkmış bir iyi aile babası: Sheridan Entwhistle. Sıradan bir işgününün sonunda gelen beklenmedik bir kalp krizi, hiçbir şey için geç olmadığını gösterecektir. Sheridan'ın içinde saklanan anarşist olanca cüretiyle ortaya çıkacak ve o güne kadar mahrum kaldığı her şeyi arsızca talep edecektir: Özgürlük, samimiyet, dürüstlük, vicdan, baş kaldırı, yaşama sevinci ve seks. Hayatını allak bullak eden bu sersemletici macerada Sheridan yalnız da değildir: Düzenle göbek bağlarını koparmış iki genç gezgin, Nirvana yolcuları Yantra ve Jayne, ona yol arkadaşlığı ve rehberlik edecektir... Anarşist, Sheridan Entwhistle'ın tek kişilik isyanını anlatıyor. Yaşlanmanın kaçınılmaz cehenneminin, orta yaş krizine çarparak rayından çıkan yavan bir hayatın fotoğrafını çekiyor. Aynı zamanda varolmanın ezici baskısıyla, korkular ve güvensizliklerle başa çıkmaya çalışan birbirine yabancı iki ayrı dünyayı; muhafazakâr banliyö dünyası ile New Age akımının alternatif dünyasını karşılaştırıyor. Sheridan Etwhistle'ın akılcı, kinik ve egosantrik orta sınıf değerleri, evrenin, doğanın ve tarihi geleneklerin sesini dinleyerek yaşayan Yantra'nın metafizik ve maneviyatçı değerleriyle kapışıyor. Sheridan Etwhiste'ın çizginin öte yanına yaptığı kaçamağa seyirci olurken, çizginin her ik yanının da göründüğü gibi olmadığını keşfediyoruz. Dünyanın işaretlerle dolu olduğuna, hayata direnmemenin erdemine, nihai iyilik ilkesine inanmak istesek de, Hawkins'in ustalıklı hicvi, kıraç toprakta gül bahçesi yetiştirmenin kolay olmadığını bize bir kez daha hatırlatıyor.Anarşist bir hüsran romanı. Hayatı "dış yolculuklar"dan ibaret sananların hüsranı...

Denis Johnson-Melekler

Kocasını terk edip iki kızıyla yollara düşen Jamie, otobüste tanıştığı işsiz güçsüz Bill Houston'la yeni bir hayat kurmayı düşler. Ancak işler hiç de sandığı gibi gitmeyecektir. Jamie'nin bindiği otobüste siyah bir adamın onu uğurlamaya gelen yakınlarına gösterdiği Tevrat'tan alınma yazı, sanki Jamie ve Bill'in yaşayacaklarını önceden haber veren meşum bir uyarı gibidir: GÜNEŞ KARACAK, AY KAN RENGİNE DÖNECEK!
Denis Johnson'ın masum bir eve dönüş filmi tadında başlayan romanı, Tevrat'tan, Urantia inancının kitabından ve rock şarkılarından beslenen betimlemelerle devam ediyor. Derken romanın kahramanları kendilerini vahşetin, deliliğin ve ölümün kıyısında buluyorlar. Melekler günümüz Amerikan toplumunun sıradan insanları nasıl da acımasızca yok ettiğini anlatıyor: Suç ve şiddetin parçaladığı hayatlar; tecavüz edilen, uyuşturucu ve alkolle ayakta durmaya çalışan, uydurma dinlere sığınan, paranoyanın pençesindeki insanlar... Kısacası başarı hikayeleri, gerçekleşen düşler ve parıltılı haytlar yok bu romanda. Günümüz Amerikan toplumunda kaybedenlerin otobüs terminalleriyle moteller arasında, barlarda, sokak aralarında ve karavanlarda geçen darmadağınık, çölümsü hayatları var.
Amerikan edebiyatının yolculuk, arayış, yurtsuzluk gibi başat izleklerini gerçekçi bir anlatımla kullanan Johnson, böylece kendini gelenekten soyutlamadığını gösteriyor. Yazarın, sanki yarım bırakılmış izlenimini veren cümleleri, onun şiirsel anlatımının bir uzantısı ve bir anlamda romanın sinematografik kurgusunu genişleten bilinç akışı tekniğinin önemli bir belirtisi.
Kitaba adını veren o göksel yaratıklar mı? Dikkatli okurun gözünden kaçmayacaktır onlar.

Denis Johnson-İsanın Oğlu

Denis Johnson İsa'nın Oğlu'nda adeta halüsinasyon gibi, benzersiz bir Amerikan portresiyle çıkıyor karşımıza... Ve Chuck Palahniuk'un deyişiyle, "kurmaca bir yapıtta bugüne dek tasvir edilen en dürüst ve en gaddar sahneleri içeren" bu portrede, marazi ilişkiler, anlamsız bir şiddet ve uyuşmuş beyinlerin şiddet karşısındaki duyarsızlığı ön plana çıkıyor. Birbirine bağlanan bu hikayelerin bir tarfik kazasından ve aşırı dozda eroinden sonra sağ kalan, dokuz canlı isimsiz anlatıcısı "kutsanmış" mıdır yoksa? Düzenbazdır, yalan söyler, hırsızlık yapar belki ama etrafında olup biten her şeyin içyüzünü olağanüstü bir kesinlikle ve benzersiz bir yalınlıkla dile getirme yeteneğine sahiptir.
Johnson uyuşturucu ve alkol bağımlılığının patolojisini, vurdumduymazlığa varan, zaman zaman içimizi ezen, zaman zama da kanımızı donduran bir soğukkanlılık ve gerçekçilikle anlatıyor. Onun karakterleri ufak tefek suçlarla, derin bir usançla, rahatsız edici, çılgınca bir mizah anlayışıyla örülü, amaçsız dünyalarında, yoğun bir alkol ve uyuşturucu pusunun içinde yollarını bulmaya çalışıyorlar. Düşlerin gerçek taklidi yaptığı; halüsinasyonun nerede başladığının, gerçeğin nerede bittiğinin kolay kolay kestirilemediği bir dünya bu. Yine de ilk bakışta duyarlıktan ve heyecandan yoksun gibi görünen bu hikayelerde umut ışığı hiç de eksik değil.
Johnson'ın daha önce yayımladığımız Melekler adlı romanında da sergilediği sıradan olanı olağanüstü kılma becerisi bu anlatıda bir şairin sesine bürünüyor. Romandan hikayeye, şiirden oyuna farklı türlerde kalem oynatan yazar, bu yapıtında "düzyazıdaki" şiir"e alabildiğine yaklaşıyor. Her şeyi iyice damıtarak, öze indirgeyerek...

Jason Webster- Flamenkonun İzinde

Sakin, güvenli, garantili, parlak akademik başarılarla dolu bir hayatı tepmek için insanın nasıl bir nedeni olabilir? Oxford mezunu genç Jason'ın önünde böyle bir gelecek uzansa da, aslında başka bir yaşam projesi vardır. Flamenko müziğini icra etme arzusu İspanya özlemiyle birleşince, düşlerini süsleyen bu egzotik ülkede alır soluğu.

Burada "duende" ile tanışacaktır. Güçlü bir flamenko icrası sırasında ortaya çıkan esriklik anı, esriklikle umarsızlığın birbirine karıştığı yoğun duygu durumu olarak tanımlanabilecek "duende", bundan sonraki hedefi olacaktır. İcracılarla dinleyicilerin paylaştığı bu aşkınlık anının tarifi güç doğasını görünür kılmaya çalışırken, onu bizzat yaratmaya uğraşacaktır. Ancak bunun için flamenkoyu icra etmek yetmez. Onun gerektirdiği yaşam tarzındı da benimsemek gerekir. Flamenkoyu yaratan ve evriminde önemli bir rol oynayan Çingenelerin arasına kabul edilebilmek için müzik, kokain ve araba hırsızlığıyla yoğrulmuş bir dünyaya girer. Flamenko, İspanyol toplumunda Çingenelerin marjinalliğinin ifadesi olagelmiştir. Jason bütün çabalarına karşın bu dünyaya ne ölçüde ait olabilecektir?

İspanya'yı dolaşarak sürdürdüğü tehlikelerle dolu, çılgın hayatına bir de tutkulu aşk sığdıran Jason, romanın sonunda bu maceraya atılmadan önceki genç adam değildir artık. Duvarlarına Arapça, "Her şeyin geçici olduğu"nun kazındığı Elhamra Sarayı'nın bahçesinde tanıştığı gizemli bir kadının arkadaşlığı, sürdürdüğü içsel yolculuğun bir senteze ulaşmasına yardımcı olur.

Karakterin birtakım evrelerden geçtikten sonra olgunluğa eriştiği roman geleneğiyle seyahatname türünü birleştiren Flamenko'nun İzinde, Jason kadar cesaretli olmayanları hayattaki seçimlerini yeniden gözden geçirmeye zorlayacak...

Nelly Arcan-Fahişe

Elinizdeki yarı otobiyografik romanda romantik bir
hikaye anlatılmıyor. Öyle maddi imkansızlıklar yüzünden
kötü yola düşen, çileli bir hayat sürdükten sonra
filmlerdeki gibi trajik bir ölümle hayata veda eden
"altın kalpli" bir fahişe beklemeyin sakın....

Philippe Djian-Eşiktekiler

Philippe Djian-Erojen Bölge

Erojen Bölge, yırtıcı bir aşkın anlatıldığı Betty Blue'nun da, Eşiktekiler'in de ana teması olan, bir yazarın hayat karşısında bocalamasının romanı. Kendisini "tuhaf" sözcüğüyle adlandıran anti-kahraman bir yazarın kadınlarla, yazıyla ve hayatla ilişkisi anlatılıyor Erojen Bölge'de.

Parayla ilişkisini minimum düzeyde tutan, gerektiğinde şoförlük yapan, yük taşıyan, hırsızlık yapmaktan çekinmeyen bir yazar söz konusu bu kitapta. İnsanların dert ve sıkıntıdan korktukları için bok dolu vitrinlere ve hiçbir yere çıkmayan boş sokaklardan ibaret acımasız bir dünyaya mahkum edildiğini düşünen; sırtında bir kelebek ağı mı yoksa bir bazuka mı taşımak gerektiğine karar veremeyip kendisini "dağıtmayı" seçen; içkiyi, uyuşturucuyu ve seksi bağımlılık derecesinde seven gözüpek bir yazar bu...

Kendisini "projektörlere ateş eden, her şeyi karanlığa dönüştürmekten, kusmuğunu yutmaktan çekinmeyen biri" olarak nitelendiren; "taşaklı yazarın" herkes gemiye binerken tek başına sandala binmeyi göze alması gerektiğini düşünen bir yazar... Ara sıra aç ve sigarasız kalmayı dert etmeyen, ama aynı zamanda bir kadınla yaşamayı ve roman yazmayı beceremeyen bir yazar... Bir gün yazarı hem kadın çağırır hem de yazı... Üstelik kadın ve yazı, birbirleriyle uzlaşmak niyetinde değildir! Kadın, yazara "Senin hayatında bana yer yok, kimseye yer yok, yalnızca kendin ve o boktan kitapların var!" der ve onu yazıyla paylaşmayı reddeder. Yazı ise, kadına aldırış etmez; yazarı sözcüklerin büyülü ve dinamik dünyasına, yalnızlığa çağırır...
Sert, neşeli, ironik ve erotik bir kitap Erojen Bölge. Yeraltı Edebiyatı'nın "hayalperestler" kanadında yer alıyor...

J.G.Ballard- Güneş İmparatorluğu

J.G.Ballard- Sınırsız Rüyalar Diyarı

Dış uzaylara ve geleceğe yolculuk temalarının kısırlığından kurtulmayan klasik bilim- kurgunun, giderek bri teknoloji tapınmasına dönüşüp, verili dünyayı sorgulamadığını öne süren Ballard, alternatif bir bilim - kurgu yaratmaya çalışan yazarlardan....
Geleceğin Şimdi'de yaşadığını ve "asıl yabancı gezegenin dünyamız olduğunu" bilierterek bizleri "iç yolculuklara" çaırıyor...
Sınırsız Rüyalar Diyarı'nda ise tam bir sınırsızlık söz konusudur.
Televizyonun karşısında sınırlı hayatlar yaşayan insanların rüyalarıyla yaşadıkları hayatlar arasında büyük bir uçurum anlatılır.
Kendi rüyasında yaşamaya başlayan düzen kaçkını Blake'in düşleyip, tropikal bir cennete dünüştürdüğü kasabasının sakinleri, kendilerini arzularının sınırsızlığına bırakırlar... İnsanların uçabildiği; kuşa, balığa ve memeli hayvanlara dönüşebilfdiği; çalışmaktan vazgeçtiği; bankların kasalarındaki paraları dağıtmak istediği; kısacası, zihinlerin ve bedenlerin ruhlara koyduğu bütün sınırlarının yok olduğu bir rüya yolculuğudur anlatılan...
Bütün cinsel arzuların serbestçe yaşadığı, herkesin çok cinsiyetli bir hayat sürdürebildiği; "bu dünyanın ahlaksızlıklarının öbür dünyada erdemlilik sağlayabileceğini" düşündüğü bir tür cinsel ütopya betimlenir romanda.

J.G.Ballard-Cennette Bir Koşu

Bunaldıkları dünyadan uzakta, bir "Ada"da yaşama özlemi, çok eski zamanlardan beri insanların düşlerinde yaşıyor. Yaşadıkları cehennemi gündelik hayattan kurtulma isteği bu temel ve sürekli düşü diri tutuyor hep. Oysa telaş, yarış ve hırs içerisinde yaşadıkları için kaçmak istedikleri dünyanın esas yaratıcıları olduklarını unutmuş görünüyorlar... Kendisiyle yüzleşme cesaretini gösteremeyenler, kendi "iç yolculuk"larını sürekli erteleyenler, kendini değiştirmekten korkan insanlar "dış yolculuk"lardan, "Ada"dan medet umuyorlar.

Ama...
Çevreci, feminist, hayvan hakları savunucusu ve nükleer karşıtı bir grup, nesli tükenmekte olan albatrosları nükleer denemelerden kurtarmak amacıyla Fransız donanmasının kontorlündeki bir "Ada"yı işgal ederler. Pasifik'teki bu göz kamaştırıcı adayı soyu tükenmekte olan tüm hayvanların barınıp çoğalacağı bir yurt; "yirmi birinci yüzyılın temiz dünyasına bir çıkarma yeri", insanlığın özlemini çektiği cennetin ilk nüvesi haline getirmeye soyunurlar. Modern dünyanın ilişkilerini ve konforunu reddederek "yoksun" bir hayatı seçerler. "Her şeye yeniden başlama" cesaretini gösteren son idealistlerdir sanki...
Doğanın bütün güzelliklerini cömertçe sunduğu bu cennet "Ada"sı bazı idealistler için "son sığınak"tır. Gidecek başka yerleri yoktur. O zamana kadar erteledikleri "yüzleşmeler" artık gündeme gelir... Sevme, inanma, güvenme, bağlanma, otoriteyi meşrulaştıran sevgiyi kaybetme korkusu, aşkın bitişi ve itiraz etmeden kabullenmenin barındırdığı tehlikeli yanlar açığa çıkar...

"Ballard birçok şey hakkında ikinci bir görüş edinmeye çağırır bizi, ama vaaz vermez. Öykücülüğün bu kadarı ve bu kadar iyisi de fazla: Aşırı derecede inandırıcı, becerikli ve usta çünkü. Realist bir yapıt mıydı okuduğumuz, bir masal mıydı yoksa? Ama her yolu kullanıp sizi sarsmak; Ballard'ın yapmak istediği kesinlikle budur."
-Spector

"Ürkütücü mizahla vahşice bir saplantının birleşiminden oluşmuş, okuması çok zevkli bir kitap; yılın en büyük romanlarından biri."
- Geraid Kaufman, Manchester Evening News

J.G.Ballard-Hayatın Mucizeleri

Son eseriyle kendi ölümünü taçlandıran J. G. Ballard'ın muhteşem bir elvedasıdır Hayatın Mucizeleri.

Doğumla ölüm arasındaki hayat denen süreçte Ballard da herkes gibi zaman zaman sıradan, zaman zaman sıra dışı şeyler yaşar. İkinci Dünya Savaşı öncesinde, Şangay'da hizmetçilerden geçilmeyen bir malikâneden, yoksulluğun iyiden iyiye hissedildiği, her bir ailenin tek göz bir odada kaldığı Lunghua Kampı'na uzanan çocukluk yılları gerçekten sıra dışıdır. Yazar her ne kadar kendi çocuk dünyasında sıkıntısız, hatta eğlenceli olarak geçirse de, o yıllar bilinçaltından 40 yıl sonra Güneş İmparatorluğu gibi çarpıcı bir eser olarak çıkacaktır. Genç yaşlarda sürrealist ressamların büyüsüne kapılıp zihninde canlanan olağanüstü hikâyeleri yazmak adına Tıp eğitimini yarıda bırakacak kadar cesurdur Ballard. Üstelik ebeveyninin desteğinden yoksun gerçekleştirir bunu. Ama çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği karısı Mary ona gereken desteği verir. Ve bir de “hayatın gerçek mucizeleri” olarak nitelendirdiği üç çocuğunu…

Seyahatler, günlük koşuşturmalar, dostlar, ayrılıklar, ölümler ve kişisel trajediler vardır hayatında. Bir de bilimkurgu edebiyatı ve bu çerçevede yazılan bir dolu öykü ve roman. Karısını kaybedip çocuklarına hem anne hem baba olmak zorunda kaldığında da aynı şekilde devam eder hayatına.

Romanları insan zihninin karanlık köşelerinde dolanır ve okuru çoğu kez zorlar. Vahşet Sergisi'nde şöhretin tek kelimeyle en önemli şey olduğu ve şiddetin gözler önüne serildiği 60'lı yılları anlatır; Çarpışma'da ise arabalarla cinsel fanteziler arasında bağ kurar. “Çıplak” ve “kirli” bir dille yazar; o yüzden eleştirilir, hatta yasaklanmak istenir.

Ama o bildiği yolda yürür hep. Sevdiği insanlarla, özellikle de çocuklarıyla geçirdiği zamanları önemser. Ve ikinci bir şans olarak yeniden aşkı bul-duğu Claire Walsh hayatında olduğu için kendini yeterince tamamlanmış ve mutlu hisseder. Herkes gibidir çoğu kez ve bir o kadar da sıra dışı. Onun yazarlığını da zaten bu belirler.

J.G.Ballard-Milenyum İnsanları

Balard Milenyum İnsanları'nda yeni yüzyılı güvensizlik,
kaygı, terör ve savaşlarla karşılayan modern insanın,
çökmüş bir üst-orta sınıf banliyösünden yükselen
çığlığına kulak kabartıyor. Sistemin temel değerlerini
biçimlendirmiş bir sınıfın, güvenlikli sitelerde
yaşayan, çocuklarını paralı okullarda okutan eğitimli
insanların; doktor, mühendis, mimar ya da
akademisyenlerden oluşan beyaz yakalıların büyük birdüş
kırıklığı içinde çalkalanışının öyküsü bu.
...

J.G.Ballard-Beton Ada

Garip bir talihsizlik sonucu, yeryüzünün unutulmuş bir köşesine, molozlar ve yabani otlarla kaplı çorak bölgeye düşerek dünyadan soyutlansak... Issız adamızda kendimize Robinson Crusoevari yeni bir düzen kurup bütün gereksinimlerimizi karşılayarak hayatımızı idame ettirebilir miyiz? Genç bir mimar, Londra'nın merkezindeki ofisinden evine giderken, yolda lastiği patlayan arabası üç otoyolun çakıştığı bir kavşaktaki trafik adasına yuvarlanır. Mimar yardım istemek için yoldan geçen araçlardan birini durdurmaya çalışsa da, çabaları boşa çıkar. Adada sıkışıp kaldığını ve kimsenin kendisiyle ilgilenmeyeceğini anlamakta gecikmeyecektir. Ballard'n gerçekte olmayacak bir olay örgüsüne bizi düpedüz inandırdığı Beton Ada'da anlatmak istediği çok net: Beton ormanlarımızdaki çatlaklar kayıtsız kalınmış insanlarla doludur ve günün birinde biz de onlardan biri olabiliriz.
Yazar hiç beklemediği bir anda konforlu hayatından mahrum kalan bireyin acizliğini gözlerimizin önüne sererken, bir yandan da toplumdan tecrit edilmenin insanı iç dünyasıyla yüzleşmeye zorlayacağını vurguluyor. Nitekim mimar, mahsur kaldığı bu berbat yerin kendi zihninin aynası olduğunu fark edecektir giderek...
Ballard'a göre, toplumsal yaşamın dayattığı davranış kalıpları, gerçek benliğimizi bastırıp bizleri genelgeçer değer yargılarıyla uzlaşmaya zorluyor. Oysa, kenardaki değil asıl merkezde yaşanan hayat, örneğin kendimizi işyerlerine hapsettiğimiz bir hayat benliğimize aykırı belki de. Beton Ada'nın sakinleri, kalabalıkların arasında dolaşan bireyin ta kendisi olmasın?

J.G.Ballard- Vahşet Sergisi

1970'te yayımlanmasıyla bir kült kitap haline gelen ve Exodus ve Joy Division gibi dünyanın önemli müzik gruplarına esin kaynağı olan Vahşet Sergisi aslında yazarı J. G. Ballard'ın "sıkıştırılmış romanlar" dediği birer paragraflık kısa hikâyelerden oluşuyor. Ballard, doğrusal bir olay akışına bağlı olmaksızın ilerleyen hikâyelerin yazıldığı gibi okunmasını tavsiye ediyor, yani kitabı karıştırın ve sevdiğiniz bir hikâyeden başlayın ileriye ya da geriye doğru ilerleyin.
Bu kitapta durmaksızın karşımıza çıkan John F. Kennedy, Marilyn Monroe, ölü astronotlar, araba çarpışmalarının kurbanları modern dünyanın akıldışı, amansız şiddetinin kahramanımızın zihninde ve hayatındaki imgelerden sadece birkaçıdır. Bu imgeler yazarın sonraki Güneş İmparatorluğu, Süper Kent ve Çarpışma gibi kitaplarında da karşımıza çıkacaktır.
Ruhunu ve dünyayı sağaltma peşindeki hikâyenin kahramanı yerine göre hidrojen bombasını atacak uçağın pilotu, başkanın suikastçısı, bazen de bir psikopat olarak belirir kitap boyunca.
Bu zorlayıcı ve çığır açıcı eserin her satırına modern dünyanın egemen kültürünün, ideolojisinin ve işleyişinin eleştirisi sinmiştir.

J.G.Ballard- Süper Kent

J.G.Ballard- Kokain Geceleri

Ballard, yerküreyi kanser gibi saran evrensel yalanların kabuğunu kaldıran bir yazar. Sınır tanımayan gözlemleriyle alt-gerçeği gösteren, okuru "öteki görüş"e çağıran bir kışkırtıcı. İnsan ruhundaki patlayıcıları keşfeden bir kimyager.

Cennete Bir Koşu'da gösterdiği gibi bir "boş hayal" yıkıcısı... Kokain Geceleri'nde ise görünürde sakin ve sterilize bir mekanı fon olarak seçerek, projektörlerini gizli suç dünyasına yöneltiyor. Üstelik, şaşırtıcı benzetmelerle romana zengin bir şiirsellik katarak yapıyor bunu... İspanya'nın Akdeniz kıyısında yer alan Estrella de Mar, zengin İngilizlerin vakitlerini kültür ve spor etkinlikleriyle geçirdiği seçkin ve huzurlu bir tatil yeri görünümündedir. Fakat esrarengiz bir yangın bu yaldızlı dünyanın altındaki karanlığı ortaya çıkarır... Ballard suçun rantı, uyuşmuş benliklerin suç bağımlısı bir coşturucubaşı tarafıdan kışkırtılması, günümüzde yetişkinlerin oyununa dönüşen pornografi, uyuşturucu alışkanlığı vb. suçların cazibesi gibi çarpıcı gerçekleri romanda zekice tartışarak yepyeni açılımlar getirir.

Bir solukta okunan heyecan dozu yüksek temposuna karşın, Kokain Geceleri eğlendirmeye çalışmaz sizi, kendinizden uzaklaştırıp oyalamaz; tam tersine, tuttuğu mercekle size kendi gerçeğinizi gösterip irkiltir. Kolektif suçla bireysel suç arasındaki kaygan sınırda gezinerek bu alanda paylaşılan suçun vicdanlar üzerindeki etkisini tartışır; toplumsal karşılıkları üzerinde düşünmeye davet eder. Suç ile başkaları tarafından konmuş sınırları yıkmak isteği arasındaki yakınlığın altını çizer. Yasaktaki yaratıcı dinamizme, yaşama isteği çoğaltma gücüne, suçla sanat arasındaki doğrudan etkileşme ve uygarlığın temel dinamiklerinden birinin suç oluşuna dikkat çeker.

"Yaratıcı hayal gücünün giderek yok olduğu bir dünyada Ballard apayrı bir yerde duruyor. Hayalperest ve asi bir kalem."
- Eileen Batterssby, Irish Times-

"Ballard, çağdaş insan ilişkilerini ve büyücünün ustalığıyla dile getiren edebi bir terörist. Sihirli berraklığı ve gizemli gücüyle aşık atmak olanaksız."
- Ian Thomson, Guardian-

"Şaşırtıcı doruklara çıkabilen bir hikayeci; ama evcilleştirilmemiş..."
- John Sutherland, Sunday Times-

"Çağımızın en parlak ve tedirgin edici yazarlarından biri... Az bulunur bir yetenek."
- The Times-

J.G.Ballard- Çarpışma

"Yeraltı edebiyatı"nın "Müthiş" bir örneğini sunuyoruz sizlere. "müthiş", hiç de abartılı bir tanımlama değil! Çarpışma ilk yayımlandığında da birçok insanı çarpmıştı. David Cronenberg filme çektikten, film Cannes Film Festivali'nde Jüri Özel Ödülü'nü aldıktan sonra ise tam bir "şok" yaşandı. Sinema tarihinin en canlı tartışmalarından birine neden oldu... Anthony Burgess'ın en yaratıcı yazarlardan saydığı, kimi eleştirmenlerin Calvino'ya benzettiği Ballard'ın ana temaları "sınırsız olabilirlik" ve "şimdideki gelecek." Klasik bilimkurgunun teknoloji tapınmasına dönüşen dış uzaylara yönelik gezintilerine çıkarak "esas yabancı gezegen dünyamızdır" diyor ve teknoloji tapınmasını reddederek okuru "iç yolculuklar"a çağırıyor. Çarpışma'da ise modern zamanların gündelik hayat tanrılarından olan araba "başrol"de oynuyor. İnsanların küçük dünyalarını başka yerlere taşımasına imkan vererek özgürlük yanılsaması yaratan; "uzaklık"ı dolayısıyla "yolculuk"u yok ederek "hız"a özel bir ağırlık ve istenirlik kazandıran; "güvenli" evlerimizden otoyollara çıktığımızda bizi ölümün kıyısında gezdirerek epeydir kaybettiğimiz "heyecan"ı yaşatan bir araç araba... Modern zamanların kalabalıkları arasında yalıtılmış, güçsüz ve çaresizce dolaşırken bize sağladığı iktidar ve heyecanla "tahrik" olduğumuz, kendimizi tekrar "yarışta" hissettiğimiz bir "teknoloji harikası..." Ballard, gündelik hayatımızın vazgeçilmezlerinden olan arabaları seks ve teknolojinin buluşma yeri olarak kullanıyor. Artık arabalar hem sonsuz fantezilerin yaşandığı bir cinsellik mekanı hem de çarpışmaların taşıdığı cinsel göndermelerle dolu seksüel birer objedir ona göre. Çarpışmalar ise zaten özünde şiddet içerdiği varsayılan cinselliği tetikleyen birer fantezi; teknolojinin bize kan, sidik, bok, kusmuk, vajina salgısı ve meni eşliğinde sunduğu "kendimizi kaybetme halleri" dir. Türünün tek örneği olan Çarpışma, "oto-erotizm" diyebileceğimiz bir eğretilemeyle, günümüz teknolojisini içimizde uyuyan psikopatolojiyi nasıl uyandırabileceğini, seksle teknoloji arasındaki çarpıcı birlikteliğin "dehşetli" yanlarını gösteriyor. Böylece, yarattığımız teknoloji aracılığıyla insani yanımızdaki şiddeti fark ediyor, kendi bilinmezliğimizle yüz yüze geliyoruz.

Will Self-BÜYÜK MAYMUNLAR

Simon Dykes bir sabah şempanzelerinin bilinçli varlıklar ve insanların da şimdiki maymunlar konumunda olduğu dünyaya gözlerini açar. Kollarında uyuyan güzel ve seksi sevgilisinin yerinde kıllı bir şempanze uzanmaktadır. Simon haklı olarak bir gece önce içtiği içkilerin ve aldığı uyuşturucunun etkisi altında olduğunu sanır ama nerde! Çoktan müşahade altına alınmış ve bir grup kıllı psikiyatr onun bu akıl almaz kendini insan sanma sanrısını "tedavi" etmek üzere başına toplanmıştır.
Res sam Simon Dykes'ın kendi hakikatini yeniden ele geçirmek için şempanze bir psikiyatrın yardımıyla yabancı bir dünyada çıktığı zorunlu yolculukta gördükleri üzerinden, insanlığa dair karanlık ve o kadar gülünç bir tablo sunuyor Büyük Maymunlar. İnsansı aile kavramını tersyüz eden; sanatın, tıbbın, entelektüel camiaların ve de sıradan insanlar arasındaki arzu ekonomisinin kemikleşmiş kurguları üzerindeki örtüleri kaldıran köşeli bir öykü anlatıyor. Toplumsal cinsiyetin ve cinselliğin zorlayıcı kıyılarında, insan toplumunun tabuları arasında ustalıkla geziniyor. Irklar ve sınıflar üzerinden kurulan iktidarları gözler önüne seriyor. Ama sırf bir toplum eleştirisi değil Büyük Maymunlar. Ressam Simon Dykes'ın yitirdiği yavrusunu arayışı, modern zamanlarda varolma savaşı veren benliğe yazılmış bir ağıt belki de.
Jonathan Swift ve George Orwell gibi büyük edebiyatçıların ve hiciv ustalarının izinden yürüyerek kaleme aldığı Büyük Maymunlar romanıyla Will Self modern insan uygarlığına bambaşka bir gözle bakma imkânı sağlıyor bize.
"Mükemmel… en iyi hiciv örneklerinde olduğu gibi, şempanzeler dünyasına yapılan bu yolculuk aslında bizi en içten ve ciddi bir biçimde insan dünyasının eksikliklerini yeniden düşünmeye davet ediyor."
Alain de Botton